Cesaretimiz Yok.

16/02/2011

Ne kadar anlamsız olursa olsun hayat, yaşıyoruz. Yaşamak zorunda olduğumuz için mi, yoksa gerçekten bağımlı mıyız?

Her gün aynı şeyleri yapmaya, aynı kaderle yüzleşmeye, sınırsız dert ve tasaya. Bunların içinde bizi çeken mahkum eden nedir? Sevdiklerimiz mi? Yoksa değişmekten, bilinmeye gitmekten korkumuz mu? Cesaret nasılda sınanmayınca yüreğimizde büyüyor.

Bence korkuyoruz, ölümden daha çok sonrasına karşı bir korkumuz var. Kendimize soruyoruz “bir yaratıcı yoksa? öldüğümüzde her şey bitecekse, hiçliğin kapısından girip çıkamayacaksak bir daha?” korkumuzu bastırmak için sarılıyoruz kutsal gördüğünüz şeylere, kimimiz dine, kimimiz ölümlülüğün zevklerine.

Bundan sonra başlıyor savaşımız, hangimizin yaptığı doğru diye, diğerinin kalbini inancını benliğini kırıyoruz. Bunu yaparken kendimizi de yok ediyoruz, farkında olmadan. Hepimiz bilmek istiyoruz ölümü ve sonrasını ama hiç birimizin onun yanına yaklaşmaya cesaretimiz yok.

Belki ikinci bir şanssın sen?
Belki mutlak son,
Kimine cennet bahçesi,
Kimine cehennem çukuru.

Anlamsız hayatı anlamlı kılar,
İnsanları zincirle dine bağlayan,
Cennetten arsa sattıran,
Sihirli kemalsın sen.

Her canlının nefesi,
Elindedir bu hayatın kellesi,
Kiminin fesi, kiminin kellesi,
Gerçeği anlatansın sen.

Korkular senden değil bilmezsin,
Alışkanlık ve para yle tatlı ki vazgeçemezsin,
Seni rüşvetle alıp satsalar 5 kuruş etmezsin.
Fakirler için en değerli olansın sen.

Beyaz Düşlerin, Ateşten Perisi

Bir kibrit yaktın içimde, ıssızlığın ortasında büyüyen bir yangının başlangıcı gibiydi sanki. Büyüdüğü her yer aydınlanıyordu, karanlığımı yakarak büyüyordu. Daha derine indi daha fazlsını yaktı ateşin, daha da büyüdü ateşi ve ışığı git gide parçalandı içimde bir şeyler anlamadım. Öyle bir telaşla geçti ki zaman, nasıl ışık ve karanlık birleşti, nasıl tuttum elini anlamadım.

Kendinde beğenmediğin her şeyi beğeniyordum, istenmeyecek her şeyi istiyordum. Öyle sıcak ve parlak bir ışığın vardı ki eksik ya da kötü göremiyordum hiç bir şeyi sende. Gülümsüyordun, korkuyordun, utandığında daha da kızıla çalıyordu alevin. Yine de ışığının gölgesine geçip sırıtımı sana yaslamak ve kendimi yakmak mutlu ediyordu beni, utandığını bile bile. Çok mutlu olduğunda çiçekler açarsın ateşten , ben ise fırsattan istifade hepsini koklar, sen tamamen kızıla döner “yapma” diyemezdin. Ben çiçeklerin solana dek koklamaya devam ederdim. Bazı geceler ümitsizliğe düşerdin, küçülürdü alevin artık yine ne yaptıysam ben, usulca sen gelirdin yanıma, yenerek tüm korkularını “sarılır mısın” diye sorardın gülümseyip, sadece sarılmam derdim sana. Ne demek istediğimi anlar “Başka ne yapardın ki?” diye sorardın utanarak, görürsün şimdi deyip okşamaya başlardım seni. Her dokunuşumda sana yanardı ellerim biraz daha, yine de geri çekemezdi beni hiçbirşey tamamen yanarak bitse de varlığım sorun değildi. O an, karanlık varlığımın son bulmasına da değerdi.

Çok tatlı olurdu sitemlerin, parlayıp sönmelerin. Kızgın kızgın bakarken sen, hiç birşey olmamış gibi umursamadan gelip öperdim dudaklarını, konuşmana müsade etmeden gelirdi dokunuşlarım yine kızarır bir şey söyleyemezdin. Sabahları senden önce uyanıp seni saatlerce izlemek isterdim her zaman, fakat sana saatlerce bakmaya dayanamayacağımı bilir, o masum duruşunu bozardım öpücüklerle, bedenlerimizi bi kenara bırakıp sevişirdik, nasıl olduğunu anlayamadan, sen biraz duraklar gözlerime bakar başını atmayan kalbimin üstüne koyardın.

Mini kıskançlık krizlerine bile bayılırdım senin belli etmesemde,iki dakika cevapsız bıraksam sorularını paranoya yapardın. Sanki içimdeyken sen başka bir şey yapabilir mişim de sanki. Hiç seni düşünmediğimi sandığın zamanlarda aklımın hep sende olduğunu bilmezdin. Beyaz düşlerimin, ateşten perisi , yaksanda ruhumun tüm karanlığını yine de  benimle kal diyebilirim sana.

” Düşten, Düşe Notlar 1″

“11/09/2011”

Pişmanlık

Hayatımda pek tatmadığım duygulardan biridir pişmanlık. Genelde yaptığım şeyleri uzun uzun düşünüp mantık süzgeciden geçirdikten sonra yaparım fakat her zaman doğruları yapamıyor insan hata yapmak doğamızda var. Ben en fazla pişmanlıklarımdan ders alırım. Nadir olan şeyler değerlidir ya. Benim içi hem değerliler hem de oldukça öğreticiler.

İlk pişmanlığım birinin bana olan sevgisini görememekten ibaretti. Onun tüm çabalarını, amacını, isteğini gerçeklerini bi türlü anlayamamdan kaynaklıydı. Kısaca tamamen bana aitti. Bundan çok şey öğrendim. Biri sizi gerçekten seviyorsa onu başkaları için üzmeyin. Başkalarıyla olsanız bile ona söylemeyin. Onu inciteceğini bildiğiniz şeyleri dürüstlük olgusuna sığınarak yüzüne vurmayın. Çünkü o sizi masum görmek istiyordur, sizi öyle biliyordur. Hanginiz toz kondurabilirsiniz ki sevdiğinize? Hanginiz onu suçlayabilirsiniz, kalbinizde dururken kendisi…
Gerçekten beni sevip değer veren insanları kırmamayı öğrendim, onları istemiyorsam bile hayatımda, bunu başka kadınlarla birlikte olarak değil de ona düzgünce ifade ederek kırmadan anlatın.

İkinci ve son pişmanlığım ise tamamen kendi aptallığımdan kaynaklanan bir şeydi.
Komiktir ki bugüne kadar iyilik yaptığım, gerçekten açık sözlü ve iyiniyetli yaklaştığım hiç kimseden olumlu tepki alamadım. Hani iyilikten maraz doğar derler ya o kadar doğru ki.

Değer verdiğim, bir insanın bir anlık yüzü gülsün mutlu olsun diye ona çiçek yolladım. Gece verdim siparişi. Sabah çiçekleri alır, güzel bir güne başlar diye düşündüm. Bir anlık mutluluk hissi iyidir, hele de güzel bir çiçek buketi yaşatıyorsa size bu duyguyu.
Ama bilmiyordum… Öğrendim, çiçekler öldürür bilir misiniz? Hele de güller! En tehlikeli lanet katiller.
Çiçekler öldürür, içinizdeki iyi niyeti öldürürler, masumiyeti öldürürler, gülümsemeyi öldürürler, bir insanı mutlu etme isteğini öldürürler, fedakarlık yapma isteğini öldürürler, duyguları öldürürler, sizin göstermek istediğiniz her şeyi öldürür çiçekler.
Karşınızda olan insan bilmiyorsa bir şeyleri düzgünce yapmayı, bilmiyorsa yaşamayı, sizin tamamen iyi niyetle, karşınızdakinin mutlu olması için gönderdiğiniz çiçekler böyle etkiler gösterirler.

Bende de aynı etkiyi gösterdiler. Düşünüyorum da bir daha bi insana çiçek göndermem zor, çünkü aklıma pişmanlıklarımı getiren şeyleri yapmaktan kaçınıyorum…

“30/12/2012”

Kadeh, Mum, Şehir

Telefonuma gelen bir mesaj, yakıyor gecenin fitilini. Yürümekten yorulmuş olan ayaklarımın beni daha ne kadar taşıyacaklarını bilmiyorum. Garip bir şekilde rüzgarın kollarına bırakıyorum kendimi, süzülüyorum havada usulca dokunmadan hiç toprağa. Yürümeye devam ediyorum, karşılıyor beni mesajın sahibi, çok kişilik yalnızlığımda iki kişi oluyoruz. Yolumuza devam ederken, onun bi arkadaşlaşı katılıyor bize.,  benim ise dört arkadaşım eşlik ediyor , kalabalıklaşıyoruz. 7Kişi  markete girip, çıkıyoruz dışarıya, bu gece farklı, bu gece yakılması ve yapılması gereken şeyler var. Sahilde kimseyi umursamadan mumları yakıp içmek gibi, şehre ve gökte olan tek yıldıza bakmak gibi. Üstü açık çardaklardan birine yürüyoruz, gözüme kestirdiğime yaklaşıp duruyorum. Bu şehirde her şey gibi, çardaklarda pis, davet edenin gözlerine bakıp temizlemesini söylüyorum gülerek. Temizliyor, “iyi temizle yoksa oturmam ben” diye gülüp dalga geçiyorum. yaptığım şakaya şakayla karşılık veriyor, bizi izliyorlar, bize bakıyorlar şaşırıyorlar. Garip geliyoruz…

Sol tarafımda şehir, sağımda deniz, üstümde beni gözetleyen yıldızım… Güzel bir yer burası çok güzel.
Oturup aldığımız mumları açıyorum, masaya dizip yakmaya çalışıyorum, garip bir beşgen şeklindeki mumlar bi türlü yanmıyor. Senin tarafında kalan her şey sönüyor diyorum, sessizlik kaplıyor ortamı. Benim tarafımdaki mumlar içimdeki duygularla beslenip yanıyorlar sanki, esen rüzgara dört bi tarafları açık olmalarına rağmen, inatla hırsla yanmaya devam ediyorlar. Tıpkı biz insanlara benzetiyorum onları, inatla kendimize acı çektiriyoruz, kendimizi yakıyoruz benim mumlarım gibi de hayatın rüzgarında titreye titreye bitiyoruz.
Yeni aldığımız şarap kadehlerini çıkartıyoruz, iki kadeh 7 kişi. Diğerlerine bakıyorum, bizden başkası içmeyecek herhalde bu gece. Kadehlerimizi doldurup karşı karşıya geçiyoruz, yineen sevilen kılıçlar çıkıyor kınından, saplanıyor diğerine, yine kanamaya devam ediyor kalplerimiz rüzgarın, gökteki tek yıldızın, denizin, ve ateşin şahitliği altında. Büyük bir yudum alıyorum kadehimden, diğerlerinin gereksiz muhabbetini susturuyorum.

-Sen yarın gideceksin değil mi?
-Evet
-Seninle aramdaki mesafenin ne kadar olacağını biliyor musun?
-Ortalama 1100 km falan olur herhalde.

Oturduğum yerden kalkıp yanına gidiyorum, elimi kalbinin üzerine koyup, “seninle benim aramdaki mesafe, kalplerimizin bir kez atması kadar” diyorum. Susuyor, kızarıyor… Arkadaşlarım tam konuşmaya yeltenecekken bir bakış geliyor, susuyor herkes… Kimi sigarasına devam ediyor, kimi kendi dünyasının eğlencesine dalıyor.
Kadehlerimiz boşalıyor, tekrar dolduruyoruz, bir sessizlik çöküyor üstümüze, savaş bitmiş, kılıçlar kaldırılmış artık ölüleri toplama zamanı. Ben kendi tarafımda olanları yakıp bitiriyorum, o kafasının içinde döndürüp durmaya devam ediyor…
Yeni bir kadeh yeni bir başlangıç kaldırıp “erken ölmeye diyorum” her zaman olduğu gibi, oda ” dünyaya kazık çakmaya” diyor. Gülüşüyoruz yine, mumlar son demini yaşarken gönderiyoruz herkesi yanımızdan. Bulutların arasından sıyrılmış bakan yıldızın altında, denizin şarkısında, şehrin gürültüsünde çırılçıplak kalmış ruhumuz sarılıyor birbirine…

Dinleyin, iyi gelecek şehirlerde, bedenlerin arasında kaybolmuş karakterlerinize.
Dinleyin ve hayal edin, kaybettiklerinizi, gerçekten istediklerinizi, yıkamadığınız duvarları ve her şeye rağmen yaşanılan güzel anları.


Masada yazan hiç bir yazı tarafıma ait değildir. Rize’deki iki ayaklı öküz ve danaların marifetidir hepsi.

” Düşten, Düşe Notlar 3″

“23/01/2012”

Dört Koku, İki Beden

Sabah  8:36 alarm çalıyor, defalarca erteleye basmaktan sıkılıp kalkıyorum. Soğuk bir güne uyanmak, titreyerek uykusuz şekilde. Gece 4’e kadar içip sonra uyumanın bedeli ağır oluyor… Giyinip, en iyi parfümümü sıkıp cıkıyorum, yetişmem gereken bir final sınavı var. Otobüs durağında bekleyen bir arkadaş, sohbetle binip otobüse okula  doğru gidiyoruz. Hiç bir şey hatırlamadığım bir sınav, anlamsız boş ve bir o kadar da basit sorular. Bitirip çıkıyorum, hava soğuk kar yağıyor, rüyalarım üşüyor üzerlerini örtemiyorum.
Arkadaşlarla biraz gezip, yemek yiyip eve geliyorum. Uykum var, çok uykum var uyuyamıyorum. Dota2 koşuyor yardımıma, bir oyun, bir oyun daha, bir kadeh şarap, biraz sıcak müzik, bir kadeh daha. Projelerim arasında sıcak bir dokunuş var bedenime ve ruhuma. Belki eski bir gölgenin elleri, belki yeni bir hayalin son demleri. Siyah perdelerimi çekip, bir mum yakıyorum, bir kadeh daha çıkartıyorum koyuyorum masamın üzerine. Hoşuma giden aşk şarkıların bir demet atıyorum, creative mediasource “wind of change” çalıyor aynada kendime bakıyorum. Tişörtü değiş, koltuk altına deodorant sür. İki koku birbirine karışıyor bedenimde parfüm ve deodorant kokusu. Elimi yüzümü yıkıyorum, odama gelip mum ışığını izlemeye devam ediyorum.
Bir mesaj geliyor “kapıdayım, kapıyı aç aç dondum” gidiyorum, bi taraftan da dalga geçiyorum “sizin orada zili keşfetmediler” mi diye.  Parfümünün kokusu hoşuma gidiyor biraz daha yaklaşıyorum, odama geçiyoruz. Mum ışığı ve şarapları görünce gülümsüyor, hissediyorum. Kadehimden büyük bir yudum alıp yatağıma uzanıyorum, kenarına oturuyor yatağın, şarkılar devam ediyor, wonderwall çalıyor mırıldanıyorum kendi kendime. Yanıma uzansana diyorum, usulca uzanıyor, sarılıp kendime cekiyorum, bir kaç öpücükten sonra kadehten bir yudum daha aluyorum kadehim bitiyor. Mum ışığı o kadar güzel görünüyor ki, kendimi yakmak istiyorum alevinde. Mumdan ve ateşten daha güzel bir şey yanındaysa eğer, anlamsız geliyor ateşe atılma isteği. kadehini bitirmesini bekleyip tekrar sarılıyorum. Korkak, çekingen, düşünceli garip bir ruh halinde hissediyorum sonuna kadar. Bedeni ısınıyor, teninin kendine ait kokusu çıkıyor ortaya, dört koku iki beden sarılıyoruz birbirine, karışıyoruz olabildiğince, bana sıkıca sarılıp kafasını göğsüme yaslayıp soru soruyor, her zaman olduğu gibi verebileceğim en objektif cevabı veriyorum beğenmiyor, başka bir cevap daha geliyor benden yine beğenilmiyor ama sorunun başka bir cevabı yok. Kendi açımdan cevaplayıp anlamsız bir duruma düşmek istemiyorum, kendimi öveceğim yerler arasında yatak ve aşk yok…

Mumun alevi titriyor, bir tane daha yakmamı ister misin diyorum, sen bilirsin diyor. Evet ben biliyorum nedense bu aralar çok şeyi ben biliyorum. Yataktan kalkıp bir mum daha yakıyorum,mumun alevi bedenimi de canlandırıyor, bana oldukça tatlı gelen şarapla ıslanmış dudaklarına dokunmaya öpmeye devam ediyorum. Sıcak, çok sıcak oluyor yatak sıcağı hiç sevmem ben bilirmisiniz… Kalkıp perdeyi aralayıp pencereyi açıyorum, soğuk ve temiz hava içeri dolarken kar yağışı gözüme takılıyor. Gülümsüyorumi bak kar yağıyor diyorum. Bugün kar yağacağını biliyordum ben diyor, nerden biliyordun diye soruyorum, zaten sorularım da hiç bitmez ki benim, araştırmıştım diyor. Gülümseyip tekrar sarılıyorum.  Gitme zamanı geldi diyor, yanımdan toparlanıp kalkıyor, garip bir duygu birlikte uyuyamamak özellikle de seviştiğiniz kişiyle hele de uyumak istiyorsanız sevişme sonrasında… Giyiniyor, onu izliyorum bedenimde 4 kokunun izleri, ruhumda bitmeyen soru sorma isteği. Tek bir soru, garip anlamsız gelebilecek tek bir soru sormak istiyorum. Bazen isteklerimi durdurmam gerekiyor işte bu da o anlardan birine denk geliyor, susuyorum. Kapıya doğru yürüyoruz birlikte kapıyı açıp yanımdan geçmesini izliyorum, ardından bakıyorum o botlarını giyerken. Elinden tutup gitme demek geliyor içimden ama o kadar güçlü bir mantık olgum var ki diyemiyorum gidiyor.
İçeri girip kapıyı kapatıp şarap şişesini bitiriyorum, sonra yatağa giriyorum tüm telefonları sessize alıp Dört koku bedenime sinmiş, kaybolmuş hayallerime geri dönüyorum…

” Düşten, Düşe Notlar 2″

“18/01/2012”

Lise Psikolojisinden Kurtulamayanlar İçin Üniversitede Ders Dinlemek

Uzun süredir yazmaya üşeniyordum, bu gece yazmak için hem sebebim hem de vaktim var. Neden böyle bir konuyu seçtim diyorsanız, şu anda okuduğum okulda., gördüğüm en berbat, lise psikolojisinden kurtulamamış, derse katılma ve ders dinleme adabından yoksun insanlar arasında olmak zoruma gidiyor da o yüzden yazıyorum.
Üniversiteye yeni başlayan ya da okumakta olan arkadaşlarım lütfen böyle olmayın.

Ders anlatan hocamızın okuduğu okullar ve karakter yapısı.
1990 yılında Türkiyede isim yapmış bir üniversiteyi kazanıp, üniversite hayatına başlıyor, 1991-1992 de ingilterede bir üniversiteye geçiyor ve öğrenimi orda devam ettiriyor. 1996’da  yurdumuza geri dönüp, masterini yapıyor. Tekrar yurtdışına çıkıyor. 10 yıldan fazla yurt dışında eğitim veriyor ya da özel şirketlerle çalışıyor. Sonrasında Türkiyeye geri dönüp, liseden yeni çıkmış insanlara kendi uzmanlık alanında ders vermeye çalışıyor.
Karakter olarak oldukça iyi niyetli, öğrencileri dersten atmayan, kitap defter istemeyen öğrenciyi bunaltmayan, sakin bir yapıda olan insan.

Dersi dinlemeyen sürekli konuşan öğrenci profili ve karakter yapısı.
Ygs sisteminden 300-250 arası puan almış, dünya üzerinde karbondioksit salımından başka bir şey yapmayan, her şeyi ben bilirim, hoca bi bok bilmiyor triplerinde kıçı kırık bir şehrin, kıçı kırık üniversitesini kazanmakla bir şey olduğunu sanan, hala bir arkadaş ekolünden kurtulamayan bilim adamları tarafından, “insan” diye nitelendirilen canlı.

Bugün yaşanan olay ve patlama noktası;
Hocamız her zaman olduğu gibi derse girer, zaten haftanın son günü olduğu için oldukça bunalmıştır, tahtaya o gün anlatacağı konuyla ilgili şekli çizer, sınıfın susmasını bekler fakat sınıf susmaz, bir iki kez uyarı yapar olay aynı şekilde devam etmektedir, bir kişi hocayla tartışmaya girer, dersin gidişatından ve hocanın anlatma şeklinden dem vurur. başk a bir kişi bir şey anlamamaktan yakınır. Hoca en sonunda dayanamaz “size spastiklere eğitim veren öğretmenler lazım” der. Az bile der, bu kez sınıftaki süper zekalar siz bize spastik mi diyorsunuz diye konuşmaya başlarlar.
Hoca az bile demiştir, ders bir şekilde sonlanır ve ara verilir. Arada konuşulanlar ise komik olmaktan ziyade trajiktir, bir arkadaşım ekolleri devreye girer, bir arkadaşın arkadaşına hoca hakaret etmiş, yok dersi anlamıyorlarmışta hocayı değiştirmişler. (tabi canım)Yok hoca nasıl spastik dermişte hakkı değilmiş, annesi değilmiş babası değilmiş kimsenin nasıl hakaret edermiş, bunu diyen insanlara 3 gün önce başka bir hocamız(otoriter olan biri) “geri zekalımısın kızım susamıyor musun sen” diye sınıfın ortasında bağırdığında kimseden çıt çıkmamıştı, kendisi de dahil. Fakat hoca iyi niyetli olunca durum değişiyor herhalde.

Türkiye cumhuriyeti kanunlarından bi haber olan insanlar için söylüyorum ki, üniversitede görev yapan insanlar devlet memurlarıdır. Devlet memurlarını koruyan ve cezalandıran kanunlara tabidirler, öyle dilekçeyle ya da sikko şeylerle dava edilemezler ya da uzaklaştıralamazlar. Hiç bir hoca, kimseye susun demek zorunda değil, gelir dersini anlatır ve gider. Senin o tek hücreli beynin susmayı ve derse konsantre olmayı düşünmek zorunda. Her insanın nasılki karakteri davranış biçimi tavırları farklıysa her hocanında ders anlatış tarzı farklıdır, sen “a hocası şöyle anlatıyor sen de öyle anlat” dediğinde o adam robot değil ve programlanamaz o anlatım şekline bürünemez.

Üniversite Öğrencisinin Derse Hazırlanması ve Ders Dinleme Şekli.

*Ders için gerekli materyaller hazır edilmeli.(Kitap Defter vs vs…)
*Telefon mümkünse göz önünden çekilmeli mesaj türü şeylerle uğraşılmamalı.
*Derste sessiz durulup, kendi dinlemiyorsa bile başkasının ders dinleme hakkını elinden almaması.
*Hocanın sözünü kesmemesi, el kaldırabilecek kadar akla sahip olması.

Bu temel şeyleri yapamıyorsanız, yapacak kadar zekanız yoksa, algı mekanizmalarınız çalışmıyorsa, liseden sonra üniversite tercihi falan yapmayın gidin bi yerde işe girin çalışın. Ailenizin parasını da hiç etmeyin.

“03/12/2011”

His

Hayatınızda hiç berbat ötesi geçen zamanlar oldu mu? Hiç bir şeyin tat vermediği, yüzünüzün gülmediği,  heyecan mutluluk huzur gibi şeylerin sadece kelimelerden ibare olduğu. Demekki beni şu anda kısmen anlıyorsunuz…

İçimde tarifi imkansız bir kötü his var, bunaltıyor boğuyor beni. Nefes almanın münkün olmadığı bir yer bırakıyor, açık havada sanki bir hücre mahkumuymuşum gibi hissettiriyor. Öyle bir an geliyor ki, varlığımın tamamen silinmesini, hiç varolmamış olmayı diliyorum. Belki de böylesi daha iyidir diyorum. Bazı şeyleri hissediyorum, insanların gözlerine bakıp doğruyu gerçekten hissettiklerini söylemelerini istiyorum fakat olmuyor. İnsanlar rol yapmayı, hayatı tiyatral bir şey sanmayı daha iyi buluyorlar. Yeni yeni kişilerle tanışıyorum, hepsinde aynı acizliği ve aynı hayalleri görüyorum. Sıradanlık, öyle basit bir sıradanlık ki sanki aynı atölyede aynı ustanın elinden çıkmış gibiler. İçindeki öküze dur diyemeyen, zavallı egosuna teslim canlıları gördükçe daha da şiddetleniyor yokolma isteğim.

Dürüstlük ve iyi niyetle yaklaştığımız kişilerin ise bize yaklaşımları çok daha farklı oluyor. Sanıyorlar ki onlara, onların varlığına hayatlarımızda olmalarına muhtacız. Doğrusunu söylemek gerekirse, sahip oldugum kitapların tek bir sayfasını, çizdiğim bir tasarımın eskizini bile onlara tercih edebileceğimin farkında değiller. Kaotik olmanın en kötü yanı, iyiliğinizin ve kötülüğünüzün dozunu ayarlayamıyor  olmanızdır. Bu yüzden bazılarının egosunu tamin ederken, bazılarını hayattan küstürebiliyorsunuz.

Kendini zeka küpü, varlığın temeli, evrenin merkezi sananlar da var değil mi hayatımızda? Onların o tepeden bakışları, çekilmez tavırları bitmek tükenmek bilmeyen tripleri. Boşlukta varoluşları ve askıda kalmaları, iyi niyetinizi suistimal etmeleri, sabrınızı ve temiz duygularınızı değersiz görüp sizi aciz sanmaları. Yüzümden bir gülümseme oluşuyor bu insanlara karşı. Gözlerine derin derin bakıyorum kendini evrenin merkezinde sananlara karşı “hiç” diye nitelendiriyorum ben kendimi. Onların sahip oldukları ya da bahsettikleri şeyler umrumda olmuyor, çokta güzel oluyor.

Hangi inanç sistemine neye inanırsanız inanın, size iyilikle yaklaşan birilerine yaptığınız kötülükler, size katmerli şekilde geri döner. Dünyanın neden yuvarlak oldugunu sanıyorsunuz? Bir taraftan uzatınca, diğer taraftan götünüze giriyor ;).

“19/10/2011”

Hayali Sevgiliye

Sadece düştüm anlamsız yerlere, ben kendimi burda bulmak istememiştim. Çok çabaladım daha farklı bir hayat için, daha fazla öğrenmek daha fazla yazmak, daha fazla kazanmak için. Başarılıda oldum çoğu dalda ama yetmedi, ne bana ne de sana.
Gerçekten yüreğimi açınca sana, kendini kapattın. Taşlaşınca benim karşılık bulamayan kalbim, herşeye kapandı. En fazla seven taş kalpli olandır derler ya.
Ben kaynağına indim. İnsan kalbi taş değilmiş, çok fazla sevince taşlaşıyormuş bunu anladım. Birini sevip hapsedip içeriye, bir daha alamıyormuş kimseyi..
Gidişlerin vardı ya, saçlarının dalgasıyla ruhumu savurduğun, gecelerce süren hüzün dalgalarıyla canımı yaktığın gidişler;
şimdi çok komik geliyorlar bana sadece gülüyorum geçmişe bakınca.
Kaç bedende seni aradım, içine soktuğum ruhların yalan olduğunu bile bile. En son saplandı yüreğim farklı bir ruha, hep senin izlerin kaldı gözlerimde. Bir daha atmadı kalbim anlamadı başka bir şeyi. Çok istedim denedim olmadı. Sözlerine sadık bir adam olmanın en zor yanı nedir bilir misin?

Birine seni sonsuza kadar seveceğim dediysen, sonsuza kadar seversin. Unutulmaz, karşı konulmaz, sözden dönülmez, öyle kalın zincirlerle sarar ki benliğini o söz kurtulamazsın. Ben de kurtulamadım, kendi sözümden.
Peki sen ne yaptın? Merak ediyorum bazen nerdesin ne yaptın diye, sonra yine gülüyorum kendime.. binlerce yıl geçti aşkımızın üzerinden, benim ölümsüz ruhumla senin ölümlü bedeninin
birleşmesinden…
Ne seni yanıma alabildim ben, ne de seninle başka yere gidebildim.
Ne fark edicekti zaten nereye gidersek gidelim senin bedenin ölecekti, benim sevgim beni sana zincirleyecekti…..

“15/08/2011”

Dünyadaki Tek Kadınım Manyaklığı

Merhaba uzun bir ayrılıktan sonra yine birlikteyiz, daha fazla yaz diye mailler atıyorsunuz, okuyorsunuz gülüyorsunuz biliyorum da inanın ki bazen yazasım gelmiyor bazen de zamanım olmuyor.  Yazının başlığı yüzünüzde gülümseyişe, aklınızda ” şimdi neyden bahsedecek acaba” diye bir şeyler canlandırmış olabilir. Tabiki kezbanlardan bahsedeceğim.

Etrafınızda bazı kızlar vardır, böyle herşeye bir çekinceyle yaklaşırlar. Sokağa çıktıklarında, yanlarından geçen gayet normal bir insana bile sapık gözüyle bakarlar. Otobüslerde boş koltuk bulamadığınızda yanınızda oturduğunda, offlayıp pufflamaya başlarlar. Sizde gayet insanı bir biçimde rahatsız olur biraz daha toparlanır sıkılır bükülürsünüz. Bu kızların psikolojisidir ” Herkes BENÜÜÜ sikecek, herkes benim mantarlı amımım peşinde” Bu gece evden dışarı çıkmayıp bu konuya yoğunlaşmak istedim, malumunuz hepimizin hayatında ya da çevresinde var böyle andavallar. Bu kızlarla en zor olan şey ise sohbet edebilmektir, ben şu ana kadar bu tarz olan kadınlar içinde (10 üzerinden sıralama yapsak) 10da 5 olan birini bile görmedim. Ya çok kilolu, ya çok çirkin, ya çarpık bacaklı, ya da dolma gibi elleri olan kızlar genelde sahip oluyor bu psikolojiye. 10 üzerinden 8-9 alabilecek kişiler olsa yine “Kız haklı” deyi konunun üstünü kapatabileceğim ama benden 5-6 level aşşağıda olan bir kadın bana böyle bir tavır takındığında zivanadan çıkıyorum.

Bir yerde tanıştığım kişiyle sohbet ediyorum, gayet medeni bir biçimde ilerliyor konusma, gülüşmeler şakalaşmalar derken konu sekse geliyor kendisi bir konu açıyor ve ben devam ettiriyorum, sözümü bitirmem bile beklenmeden ” Benimle böyle şeyler konuşamazsın, yapamazsın” diye bir ses duyuyor kulaklarım, dönüp arkadaki masaya bakıyorum, ordan mı geldi acaba diye yok, hatta şansımı zorlayıp kafamı tavana çevirip belkide gaipten sesler duydum diyorum ama nafile. Karşımdaki gerizekalıdan çıktığı belli, kendimi kandırma çabam boşa sonucunu biliyorum işin. Kızın gözlerine ” SENİ amdan çekip çıkartan doktorun, insan evladı diye nufusa kaydeden nufus memurunun, temizlen diye seni yıkayan ebenin, kulağına ezan okuyan adamın ceddini sikeyim” diyorum. Bakışım zoruna gitmiş olacak ki ” ya ben yanlış anlaşılmak istemem” gibi bir şeyler geveliyor fakat benim kafa çoktan gitmiş.
Hastayım ben böyle insanlara, seks yapmayı en fazla sevdiğim insan grubunu olusturuyor bunlar çünkü o kadar emin konusuyorlar ki, öyle bi salakça tavırları var ki. ” BEN SUNU YAPMAM, BENLE SUNLARI YAPAMAZSIN” Bu kadınlarla sevişirken onların gözlerine bakıp ” YARRAAAAAAM hani yapmazdın nolllldu” bakışı atmak bana büyük zevk veriyor. Yapılan vasat bir seksten ziyade o anki bakış ve hırs daha eğlenceli geliyor insana.

Benim gözlemlediğim bu tarz insanların yapmam dediği şey sıralaması şöyle;
Ben dudaktan öpüşmem (2 günümü alıyor)
Ben kimsenin yanında soyunmam(4 gün)
Ben gögüslerimi okşatmam (6 Gün)
Ben oral seks yapmam yaaa, yalayamam ben (8 gün, sonra 3 gündede uzman oluyorlar )
Ben seks yapmam, olmaz evlenmeden olmaz (10 gün)

Sonra zaten”Herkes ;Benüüüü Sikecek” triplerinden kurtulup, Hak eden adama vereceğim triplerine giriyorlar….

Bir de facebookta canımı çok sıkan bir olay var.Şu bazı insanların yazdığı ” Kralına yol vermişim, Soytarısıylamı uğraşıcam”, ” Soytarısı gidince, Kralın sarayı yıkılmaz ” Tarzı şeyler yazan kızlar, Soytarıya ve Krala verdiğiniz tek şeyin yol olmadığını biliyoruz, ayrıca o soytarının zaten saray sikinde olmaz özgürdür soytarılar. Amk gerizekalısı!

“07/08/2011”

.

Gününüzün ne kadar kötü ya da ne kadar iyi geçebileceği size değil, karşınıza çıkacak insanlara ve onların yaptıklarına bağlıdır. Bu şehirde genelde kötü geçen günlerime bir yenisinin eklenmesini beklerken tam aksi bir şey oldu ve güzel bir gün geçirdim. Sürpriz gibi hoşuma gidebilecek bir insanla tanışmak, sohbet etmek ve ardından el sallamak. Hayatın gerçekleri dediğimiz şeyin bu olmaması gerekiyor, böyle bir gerçeği kabul etmek istemiyorum.

Bazılarınıza cinsel içerikli gelecek olsada burdan sonra yazdıklarım inanın ki cinsellikten ziyade koşmaktan yoruldum. Hem fiziksel hem de kültürel yönleriyle hoşuma gidebilecek bir insanı bulmam zor, bu ikisi aynı anda varolduğundada bu insan için çaba göstermem gerekiyor. Biz insanların temel problemi, erkeği avcı, kadını av olarak görmemiz. Ben avlanmaktan sıkıldım artık. Kendimi ifade etmeye çalışmaktan, diğerlerinden farklı olduğumu göstermekten, bir insanın sadece göğüslerine, kalçalarına bakmadığımı, onun varlığının, sohbetin birlikte atılacak bir kahkahanın beni mutlu edebileceğini anlatmaktan sıkıldım. Şunu istiyorum, karşıma çıksan, gözlerine baksam ve senden ne kadar hoşlandığımı anlasan, bana yaklaşıp dudaklarıma bir öpücük kondursa, elini uzatmakla kalmasa elimi tutsa ve yürüsem ardından gülümseyerek. Nereye nasıl gittiğimiz önemli değil, ufka doğru bir filmin son sahnesi gibi yürüsek attığımız adımları hissetmeden, geride neler kalabileceğini düşünmeden. Altın renkli bir kumsala uzansak, öpücüklerin güneşten daha sıcak, dokunuşların şefkatle olsa elini kalbimin üstüne getirsen ve dursan “Beni haykırıyorsun” desen ağzımdan kelimeler çıkmadan. Vucuduna her dokunuşumda heyecanlansam, gözlerine baktığımda alternatif evrenlere geçiş yapabilsem, zamanı büksem işte böyle bir şey olsan, bir kere de uğraştırmasan be gelecekteki sevgili bir kere de “av” olmasan.

Not: Bir şişe hankey bannister’im var ve yalnızım. Birlikte içip sohbet edebileceğim insan arıyorum. bir de neden yazıda başlık olarak “.”  kullanılmış diye sorabilirsiniz, şu yüzden “.” Olmayan bir şeyin hayalini kurmak ve kağıda nokta koymak aynı şeydir.

“30/06/2011”